Bu makale, Avrupa’nın dört bir yanından sekiz analistin kıtada referandumların iyi veya kötü amaçlarla nasıl kullanıldığını ve kamuoyu tartışmalarını nasıl şekillendirdiğini incelediği bir serinin parçası. Bu seri, Avrupa’da referandumların rolünü araştırıyor: ilerici ya da gerici olsunlar, değişimi nasıl yönlendirdiklerini ve işleyen demokrasiler için çok önemli olan ortak anlayışları nasıl besleyip büyüttüklerini görmek mümkün.

Hangi politik araçlar halkın iradesini gerçekten duyurabilir? Mevcut anayasal sistemler, doğrudan ve dolaylı demokrasiyi birleştirirken bu sorunun cevabını bulmakta zorlanıyor. Pek çok hukuk düzeninde seçim ve referandumlar, bu amaca ulaşmak için ideal kombinasyonu betimler. Ancak son gelişmeler, bunun üzerine şüphe düşürdü.

İtalya; temel haklara, hukukun üstünlüğüne ve parlamenter bir hükümet biçimine dayanan anayasal bir düzendir. Son yıllarda, İtalyan halkında “merkezin dışında kalmışlık” hissi yaygınlaştı – bu da sosyal ve politik huzursuzluk anlamına gelerek popülist hareketleri de besleyen bir gelişme oldu. Ayrıca, Covid-19 pandemisi siyasi lider ile halk arasındaki doğrudan ilişkiyi yoğunlaştırdı. İtalya için bu durum, çağdaş demokrasiye bir işaret olmaktan çok, geçmişin tehlikeli anılarının yeniden su yüzüne çıkması anlamına geliyordu. Bu açıdan bakıldığında, referandumların, bu algıyı dengeleyip dengeleyemeyeceği ve demokratik katılımın gerçek taşıyıcısı olup olamayacağı sorgulanabilir. ‘Demokrasinin’ yurttaşların siyasi, sosyal ve ekonomik katılımına dayanan sürekli ve karmaşık bir süreç olduğu düşünüldüğünde, cevap o kadar da basit değil.

“Son yıllarda, İtalyan halkında “merkezin dışında kalmışlık” hissi yaygınlaştı.”

İkinci Dünya Savaşı sonrası yeni cumhuriyetin anayasasını yazmakla görevlendirilen Kurucu Meclis, İtalyan Anayasasının üzerine inşa edildiği demokrasi fikrini açıkça tanımlamıştı. Buna göre demokrasi; sadece hükümetin her kolunu değil, halkı da sınırlayan temsili bir sisteme sıkı sıkıya bağlıdır. Popüler bir kisve altında bile otoriterliğin geri geleceği korkusuyla İtalyan parlamenter hükümet şekli, demokrasiyi yönetmek için yalnızca dar bir “hareket alanı” bırakıyor ve bu şartlarda referandumlar ancak Anayasa’da belirtildiği gibi kesin olarak tanımlanmış belirli koşullar altında yapılabiliyor.

Peki İtalya’da halk egemenliği – en azından teoride – neden sınırsız değil? Bunun ilk sebebi, Kurucu Meclisin, popüler bir görüntü altında bile otoriter tutumların geri dönmesinden çekinmiş olması. İkinci olarak, doğrudan demokrasinin, (20 yıllık diktatörlük rejiminden sonra getirilen) parlamenter hükümet biçimini yöneten mekanizmalarla uzlaşmasının mümkün olmayacağından endişe duyması. Bu noktada günümüzde sorulacak soru, ülke tarihinin bu şüpheleri doğrulayıp doğrulamadığıdır. 1970’lerden bu yana İtalya’da önemli sayıda referandumlar yapıldı. Bunların çoğu, ilerici değişimleri ülkenin yasal ve kurumsal çerçevesine dönüştürmek için tasarlanmış, ilga edici referandumlardır.

Söz konusu ilga edici referandumlardan biri; sivil halka, yani yurttaşlık hakları için mücadele eden hareketlere veya sadece ilerici bireylere söz hakkı tanıyarak açık bir biçimde başarı sağladı. 1970 yılında İtalyan Parlamentosu, boşanma işlemlerini hukuk sistemine dahil eden bir kanunu büyük bir çoğunlukla kabul etti. Bunun öncesinde evlilikler sadece dini mahkemeler tarafından feshedilebiliyordu. Hemen ardından (çoğunluğu Katoliklerden oluşan) bir grup, yeni kuralların yürürlükten kaldırılması için bir referandum çağrısında bulundu. 1974’te yapılan bir sonraki boşanma konulu referandumda, İtalyanların yaklaşık yüzde 60’ı boşanma hükümlerinin yürürlükten kaldırılmasına karşı oy kullandı; ki bu da sivil toplumun önemli bir kesimine açıkça söz hakkı tanıyan bir sonuçtu.

Bu sonuç, Kurucu Meclisin korkularını haklı çıkardı mı? En geniş anlamda (lato sensu) siyasi koşullar göz önüne alındığında, (parlamenter bir hükümet biçimine) bir medeni hukuk sistemi  bazen sosyal ilerlemeyi yasal alana aktarmak için referandumlara ihtiyaç duyabilir. 1974 referandumu olmasaydı, İtalya’da aile hukuku ve kadın hakları çok farklı durumlarla karşı karşıya kalabilirdi. Bununla birlikte diğer örnekler, meselenin hem iyi hem de kötü yanları olabileceğini göstermektedir.

1990’ların başında önemli bir yolsuzlukla mücadele soruşturmasının gözleri açmasıyla, insanlar temsil sisteminin sadece  yozlaştığına değil, aynı zamanda gerçek demokratik hükümeti sağlamak için yetersiz de olduğuna inanıyordu. 1993 yılında, İtalyan Senatosu’nun seçim sistemini değiştirmeyi öneren ilga edici bir referandum yapıldı. Seçmenlerin yüzde 80’inden fazlası değişiklikleri onayladı, ancak buna da tıpkı 1974’teki gibi bir “halkın zaferi” denilebilir miydi? Şüphesiz ki oylamayla seçim sistemini tamamen farklı bir sisteme (orantılı bir sistemden daha çoğunlukçu bir karma üye sistemine) dönüştürmek mümkün olmuştu. Bununla birlikte, bu değişim, sadece mevcut hükümleri ortadan kaldırmamıştı; yasama metnini yeniden yazarak yeni yasal hükümler getirmişti ve bunu yaparken de doğrudan demokrasiye ilişkin anayasal yapının çok ötesine geçmişti. Üstelik yolsuzluğu da azaltmadı. Aksine, liderler ve halk arasındaki doğrudan ilişkiyi yoğunlaştırdı. Eski bir diktatörlük için bu, geçmişten gelen tehlikeli bir anı demek.

Eylül 2020’de farklı bir uygulamaya gidilerek anayasal bir referandum yapıldı. İlgili kanuna göre, Anayasada değişiklik yapan kanunlar, yayınlandıkları tarihten itibaren üç ay içinde siyasi azınlıklar tarafından talep edilirse halk oylamasına sunulabilir. 2029’daki, her iki meclisin üye sayısını azaltan Anayasa değişikliği kanunu, ancak böyle bir referandum yapıldıktan sonra yürürlüğe girebilirdi. Seçmenlerin yaklaşık yüzde 70’i temsilci sayısındaki azalmayı onayladı. İtalyanlar milletvekili sayısındaki azalmanın, ciddi biçimde zayıflamış olan halk temsilinin “kalitesini” artıracağı umuduyla oy kullanmıştı. Ancak anayasa araştırmacılarının, bu yasa değişikliklerinin böyle bir amaca ulaşıp ulaşamayacağı konusunda şüpheleri vardı. Referandumdan çıkan tek kesin sonuç; seçmenler ve temsilciler arasındaki dengenin, her iki meclisin iç işleyişinin ve hükümet biçimine ilişkin çeşitli mekanizmaların değişmesi olabilirdi. Dolayısıyla, bu koşullar altında referandumun gücünün, somut değişikliklere yol açan bir karardan daha çok bir yanılsamayı temsil ettiği söylenebilir.

“Doğrudan demokrasi, yasal sisteme ilerici değişiklikler getirmenin barışçıl bir yolunu yansıtıp yansıtmadığı konusunda temsili demokrasiyi sorgulamalıdır.”

Referandumlar, yurttaşları siyasi kararlara dahil ederek halka söz hakkı verir. Ancak bu örnekler – özellikle son bahsettiğimiz – bizi, İtalya’daki referandumlar ile gerçek demokratik katılım arasındaki bağlantı üzerinde düşünmeye davet ediyor.

Demokrasi, halkın ve bireyin ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal örgütlenmesine katılımına sıkı sıkıya bağlı, sürekli ve karmaşık bir süreçtir. Doğrudan demokrasi, yasal sisteme ilerici değişiklikler getirmenin barışçıl bir yolunu yansıtıp yansıtmadığı konusunda temsili demokrasiyi sorgulamalıdır. Siyasi sistemin dışına itilmiş gibi hisseden insanların silahı haline gelirse, anayasal düzeni de riske atar. Bu bağlamda, referandumlar (her zaman) demokrasinin gerçekten kapsayıcı bir taşıyıcısı gibi görünmüyor. Peki bir çözüm var mı? Tabii ki var, ama böyle zamanlarda kolayca elde edilebilecek bir şey değil. Uzun zaman önce, en bilge İtalyan aydınlarından biri olan Piero Calamandrei gerçek demokrasinin ancak sosyal haklarla el ele yaşayabileceğini hatırlatmaktan hiç vazgeçmedi. Onun bakış açısına göre, İtalyan Anayasası “vadedilmiş bir devrimi” temsil ediyordu: tek silahı toplumsal  onur olan bir devrim; ülkenin örgütlenmesine her bireyin katılımını tam olarak gerçekleştirebilen bir onur. Bu vadedilen devrim henüz gerçekleşmedi. Yine de, halka egemen bir söz hakkı vermek için gerçek demokratik yöntemin yalnızca referandumlarla değil, sosyal adalet ve kapsayıcılıkla sağlanabileceği gayet açık.

Çeviren Eren Yılmaz

Democracy Ever After? Perspectives on Power and Representation
Democracy Ever After? Perspectives on Power and Representation

Between the progressive movements fighting for rights and freedoms and the exclusionary politics of the far right, this edition examines the struggle over democracy and representation in Europe today.

Order your copy