Bu makale, Avrupa’nın dört bir yanından sekiz analistin kıtada referandumların iyi veya kötü amaçlarla nasıl kullanıldığını ve kamuoyu tartışmalarını nasıl şekillendirdiğini incelediği bir serinin parçası. Bu seri, Avrupa’da referandumların rolünü araştırıyor: ilerici ya da gerici olsunlar, değişimi nasıl yönlendirdiklerini ve işleyen demokrasiler için çok önemli olan ortak anlayışları nasıl besleyip büyüttüklerini görmek mümkün.

23 Haziran 2016’da Birleşik Krallık vatandaşları AB üyeliğine ilişkin bir referandumda oy kullanmak için sandık başına giderken, Avrupa Birliği tarihindeki en büyük zorlukla karşı karşıya kaldı. AB’den ayrılmak ya da kalmak gibi ikili bir soruyla karşı karşıya kalan oy verenlerin yüzde 51,9’u AB ile ilişkiyi sona erdirme arzusunu dile getirdi – bu sonuç ayrılmak için bastıranlar tarafından demokrasinin bir zaferi olarak kutlandı. Gerçekten öyle miydi?

Referandumlar hiç “İngiliz olmayan” bir siyasi mekanizmadır. Birleşik Krallık, köklü temsili demokrasi ve parlamenter egemenlik geleneğine dayanan “parlamentoların anası” statüsünden büyük gurur duyar. Brexit oylaması da dahil olmak üzere, şimdiye kadar Birleşik Krallık genelinde bağlayıcılığı olmayan nitelikte yalnızca üç referandum yapıldı. Bu siyasi araç, Birleşik Krallığın kurucu ülkeleri (özellikle İskoç bağımsızlığına ilişkin 2014 referandumu) ve yerel meselelerle ilgili olarak biraz daha yaygın şekilde kullanıldı. Bununla birlikte, prensipte, İngiliz sistemi için sadece uygun olmadığı değil, aynı zamanda tehlikeli olarak da görülüyordu – Margaret Thatcher; referandumları, savaş zamanının Başbakan Yardımcısı Clement Attlee’nin sözlerini tekrarlayarak “diktatörlerin ve demagogların bir cihazı” olarak nitelendirmişti.

Referandumların, İngiliz sistemi için sadece uygun olmadığı değil, aynı zamanda tehlikeli olarak da görülüyordu.

Yine de bu süregelen düşmanlığa rağmen, son yıllarda referandum uygulamaları daha fazla politik dürtü  kazandı. Bunun arkasında üç unsurun olduğu söylenebilir. Birincisi, referandumun esas olarak Birleşik Krallığın geleceğine ilişkin önemli bir anayasal soruyu yanıtlamak için kullanılması. Salgın sırasında (ve İskoçya’nın AB’den ayrılmaya karşı güçlü oyu sonrasında) İskoç bağımsızlığına destek arttıkça, İskoçya’nın anayasal geleceği hakkında ikinci bir referandum için çağrılar da yapıldı. Bir referandum Birleşik Krallık Hükümeti’nin desteğini gerektiriyor; bunu pekiştirecek şekilde Başbakan Boris Johnson’ın  referandumu yaptırmama  taahhüdü vermesi, tartışmayı kırılgan ve belirsiz bir noktaya getirdi. 2014 bağımsızlık referandumu, Birleşik Krallık ve İskoç Hükümetlerinin sonuca riayet edeceğini taahhüt ettiği Edinburgh Anlaşması ile çerçevelendi. İkinci bir anlaşmanın olmaması, İskoç Parlamentosu’nu, tıpkı Katalonya’da ve başka yerlerde görüldüğü gibi, beraberinde getirdiği tüm zorluklarla birlikte yasal bir dayanağı olmadan bir referandum yapıp yapmamayı düşünmek zorunda bırakacaktır.

İngiltere’deki referandumlarla ilgili ikinci eğilim, referandumların meşruiyet kazanmak ve diğer siyasi sorunları çözmek için bir araç olarak kullanılması olmuştur. AB referandumu, o sırada görevde olan Muhafazakâr başbakan David Cameron’ın, Partisinin Brexit yanlısı kolunun başkaldırmasını defetmek istediği için gerçekleşmişti. İngiltere’nin AB üyeliği, uzun vadeli bir soru olmasına rağmen, geri çekilmenin kamuoyunda kayda değer bir ilgi uyandırdığı görülmedi. Cameron ve ekibinin umudu, olası bir referandumun, hiçbir vaadi gerçekten yerine getirmeden, yaşadıkları zorluklara yönelik ortamı yatıştırabileceği  yönündeydi. Oynadıkları bu kumar tamamen başarısızlıkla sonuçlandı.

Tarihsel bir emsal eksikliği göz önüne alındığında, referandumlar Birleşik Krallık’ın sivil veya politik düşünce ve kültüründe var olan bir yaklaşım değildir.

Son olarak, bu mekanizmalar, sismik değişim yaratmak isteyenler tarafından akıllıca kullanıldı. Brexit veya İskoç bağımsızlığı gibi ikili bir referandum, son derece karmaşık ve nüanslı kararları “destekliyorum/karşı çıkıyorum” seçimine indirger. Tarihsel bir emsal eksikliği göz önüne alındığında, referandumlar Birleşik Krallık’ın sivil veya politik düşünce ve kültüründe var olan bir yaklaşım değildir. Her iki referandumda da (hem destekleyen hem de karşıt) kampanyaların, söz konusu sorunların karmaşık yapısından kaçınmak için korku taktikleri, yanlış bilgi yayma ve indirgemeci retorikler kullandığı görüldü. Özellikle Brexit oylamasının ardından, söz konusu teklifi tam olarak anlamadıklarını hisseden ‘ayrılmacı’ seçmenlerde önemli ölçüde pişmanlık gözlendi; ya da daha ileri giderek kendilerine yalan söylendiğini hissedenler bile oldu (örneğin, ayrılmacı kampanyanın otobüsünün yan tarafında görülen “AB’ye haftada 350 milyon sterlin gönderiyoruz, bunun yerine Ulusal Sağlık Servisimize fon sağlayalım” yazısı ile).

İngiltere’nin referandumlarla ilgili sınırlı deneyimi, demokrasiyi daha geniş çapta zayıflatan hoşnutsuzluk unsurlarını güçlendirerek, hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Birleşik Krallık’ta yeniden canlandırılan bir demokratik sistem, halkın ve onları temsil edenlerin yeniden bir bağ kurmasını ve halkın siyasi okuryazarlığını artırabilecek yeni yaklaşımların sistemin içine katılmasını gerektirecektir. Şimdi daha iyisini inşa etme zamanı.

Çeviren Eren Yılmaz

Democracy Ever After? Perspectives on Power and Representation
Democracy Ever After? Perspectives on Power and Representation

Between the progressive movements fighting for rights and freedoms and the exclusionary politics of the far right, this edition examines the struggle over democracy and representation in Europe today.

Order your copy