Anatol Lieven’ın Climate Change and the Nation State (İklim Değişikliği ve Ulus Devlet) adlı çalışması ulusal güvenlik alanında söz sahibi kişilerin iklim felaketi tehdidini göz ardı etmelerini eleştiriyor. Roderick Kefferpütz ile yaptığı röportajda Lieveniklim değişikliğinden kaçmakla bizi nelerin beklediği; Çin ve Rusya’daki insan hakları ihlalleri dünyada liberal demokrasinin gerilemesi ve gittikçe artan jeopolitik gerilimler ile karşılaştırılamayacak bir şey olduğunu ifade ediyor. Günümüzde güvenlik meselesi uçak gemileri ve denizaltılarla değil, sel baskınlarına karşı korunma sistemleri ve rüzgâr türbinleriyle başlıyor.

Roderick Kefferpütz: Küresel meselelerde uzun soluklu bir kariyer inşa etmeye başlayıp jeopolitik alanında bir süper gerçekçi olarak şöhret kazanmadan önce, çalışma hayatınıza Afganistan’da bir gazeteci olarak başladınız. Şimdi ise iklim değişikliği hakkında bir kitap yazdınız. Bu noktaya nasıl geldiniz? 

Anatol Lieven: İklim değişikliğinin hem genel olarak insanlığın hem de özellikle Batılı devletlerin ve toplumların karşı karşıya olduğu en büyük tehdit olduğuna dair kanıtları görünce ikna oldum. Gerçekçiliği benimsemiş kişilerin olgusal gerçekleri kabul etmekle yükümlü olmaları gerekir ve gerçek olan şu ki,  iklim değişikliği tehdidi, Çin ve Rusya kaynaklı büyük güç rekabeti tehditlerinden çok daha tehlikeli. 

Önümüzdeki yüzyılda Batı Avrupa’yı ve medeniyeti tümüyle yok edecek tehlike Rusya ya da Çin değil. Bunun sebebi iklim değişikliği olacak. Bu bağlamda güvenlik kurumlarımızın endişelerinin odak noktasının tamamen yanlış olduğuna giderek daha fazla ikna oldum. Terörizm, yeni silah sistemleri, katil robotlar ve Çin’in yükselişi hakkında konuşuyoruz ama nihai tehdit olan iklim değişikliğinden bahsetmiyoruz. 

Sizce bunun sebebi nedir? 

Sebebi muazzam, kurumsallaşmış çıkarlar: askeri-endüstriyel kompleks, askeri kurumlar ve bunlarla bağlantılı politika enstitülerinin bünyesinde var olan koskoca bürokrasi ve hepsinden önemlisi, eskide kalmış geleneksel zihniyetlerimiz. Klasik güvenlik anlayışımızdan uzaklaşmalı ve 20. yüzyılın çok alışık olduğumuz  tehditlerini değil, 21. yüzyılda toplumlarımızın karşılaştığı gerçek tehdit unsurlarını dikkate almalıyız. Kimi askeri ve güvenlik uzmanları hala Birinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş karışımının arefesinde imiş gibi yaşıyor. Bu söz sahibi kişilerin fikirlerini değiştirmemiz gerekiyor. 

İklim değişikliği neden bir güvenlik meselesi? 

Büyük resme bakarsak, iklim değişikliğinin hızlı bir şekilde ve yeterli ölçüde önüne geçemezsek insanlık için bir kıyamet tehdidiyle karşı karşıya kalacağız. Karbon emisyonlarını sınırlandırmayı başaramazsak, kuzey kutup bölgesindeki permafrost erimelerinin yol açacağı büyük ölçekli metan salımları gibi kritik eşiklere eriştiğimiz bir tür geri besleme döngüsüne girebiliriz. Burada 5 dereceye kadar çıkabilecek 3 ila 4 derecelik ısınmalardan söz ediyor olabiliriz. Bu ihtimal gerçek olursa tüm dünyada tarım faaliyetleri biter. Yeryüzünde insanlar var olmaya başlamadan çok daha önceki dönemlerin sıcaklığına döneriz. Bazı insanlar hayatta kalabilir ama toplumlar kurtulamaz. 

Kısa vadede Güney Asya, Batı Afrika ve Orta Amerika’daki ülkeler ciddi iklim etkileriyle karşı karşıya. Bu krizin yarattığı dayanılmaz stres, büyük zorunlu göç dalgaları oluşturabilir. Göç akımlarının Avrupa ve Kuzey Amerika’da sağ kesimin radikalleşme hareketleri üzerinde ne kadar kritik olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, iklim değişikliğinin yıkıcı boyutta fiziksel etkilerinden önce Batı’daki demokratik siyasi sistemler ciddi bir baskı altına girecek. Demokrasilerimiz Çin ve Rus otoriterliği yüzünden çökmeyecek. Ruslar Paris’i işgal etmeyecek. Hayır – asıl tehdit, Fransız halkının Marine Le Pen veya Eric Zemmour’u tamamen kendi iradesiyle seçmesi. 

“Milliyetçiliğin belki de iklim değişikliğinin üstesinden gelebilecek tek güç olduğunu” savunuyorsunuz. Bu düşünce, Yeşillerin çoğunun inandığı “küresel düşün, yerel hareket et” yaklaşımıyla taban tabana zıt. Milliyetçilik nasıl bir çözüm getirebilir? 

Uluslararası işbirliğine elbette ihtiyacımız var. Ancak Birleşmiş Milletler ve Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli gibi uluslararası kuruluşlar kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar. Salgının da gösterdiği gibi yürütme yetkisine sahip tek oluşum devletlerdir. Salgını sona erdirmek açısından feci olmasının yanı sıra, Covid-19 konusunda görülen işbirliği eksikliği, ahlaki olarak da yanlıştır. Zengin ülkeler, sahip oldukları aşı stoklarını fakir ülkelerle paylaşmıyorlar. Bununla birlikte, sınırları kapatmak, sokağa çıkma yasağı uygulamak ve insanları aşılamak gibi yalnızca devletlerin yapabileceği şeyler de var. BM bunları yapamaz. 

Devletlerin iklim değişikliği konusunda harekete geçmeleri gerekiyorsa, o zaman sorulması gereken şu: Kaymak tabakayı bunun için nasıl motive ederiz? Radikal eylemi desteklemek için seçmenleri harekete geçirmeliyiz ve bu durum fedakârlık yapmak konusunda istekli olmayı gerektirir. İklim eylemi sadece birkaç uluslararası şirketi hedef almakla ilgili değildir. İnsanlar daha az uçmak ve daha az araba kullanmak zorunda kalacak; gıda ve elektrik fiyatları artacak. Tahmin edileceği gibi, insanları bu tür fedakarlıklara ikna etmek son derece zordur. O halde soru şu hale geliyor: İnsanları nasıl motive edersiniz? ‘Milliyetçilik’, ‘ülkenizi koruma’ bağlamında olduğu gibi, burada da sorunun yanıtı  olabilir. 

“Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşlar kendi başlarına hiçbir şey yapamazlar. Salgının da gösterdiği gibi, yürütme yetkisine sahip tek oluşum devletlerdir.” 

Herkesin ortak bir amaç için birlikte çalıştığı bir tür savaş zamanı seferberliğini tanımlıyorsunuz gibi geliyor. Toplumlarımız, demografi ve çıkarlar açısından çok çeşitli. Milliyetçiliğin insanları iklim sorunu etrafında birleştirmesi gerçekten mümkün mü? 

Mümkün olmayabilir. Ama denemek zorundayız. Gramsci buna aklın kötümserliği ve iradenin iyimserliği adını vermişti. Bizim görevimiz çözüm üretmek. Yeşil Yeni Mutabakat, insanları bir araya getirebilecek çok güçlü bir mıknatıs. 1920’ler ve 30’larda Amerika Birleşik Devletleri, kuşkusuz bugüne göre daha endüstriyel ve geleneksel bir toplumdu ancak kültürel anlamda daha o zamanlar aşırı erecede çeşitliydi. Roosevelt’in Yeni Düzeni (New Deal), Amerikalıların büyük bir çoğunluğunu ekonomik ve sosyal bir programın arkasında bir araya getirmeyi başarabilmişti. Bu, diğer şeylerin yanında Amerikan demokrasisinin hayatta kalması anlamına geldi.  Amerika, otoriterliğe giden yolda diğer Avrupa devletlerinin izinden gitmedi. Bu nedenle, Yeşil Yeni Mutabakat son derece güçlü ve olumlu bir görüntü sunuyor. 

Avrupa, iklim değişikliği çerçevesinde ortak bir projenin ölçeği olabilir mi? Güvenlik, alışılagelmiş biçimiyle ulusun muhafazasıdır. Bununla birlikte, AB ülkeleri aşılar, iklim eylemi veya sınır kontrolü gibi konuların tümünde destek ve koruma alma adına giderek artan bir şekilde Brüksel’den yardım istiyorlar. 

AB, politikaların koordinasyonunda ve standartların belirlenmesinde kesinlikle çok önemli bir rol oynayabilir. Ancak konu insanlardan fedakarlık istemeye gelince, AB’nin yapabileceklerinin de sınırı var. 2008’deki mali çöküşten sonraki dönemde, Kuzey Avrupa’nın büyük bölümündeki ahalinin, Yunanistan ve diğer güney komşularına yardım etmeye ne kadar hazır oldukları noktasındaki kesin sınırları gösterdi. Farklı AB üyeleri arasındaki, göçmen almaya hazır olup olmadıklarına ilişkin gerilimler de aynı şiddette olabilir. Ne yazık ki AB, ortak dayanışma ve fedakarlıkları mümkün kılacak ölçüde yaygın bir meşruiyeti henüz sağlayamadı. 

Yeşiller, Yeşil Yeni Mutabakatı yıllardır destekledi, ancak kitabınız onları “karşı elitler” olarak eleştirerek, iklim eylemine engel olan eski kafalı bir Yeşil kuruluş olarak tanımlıyor. Bununla ne demek istiyorsunuz? 

Yeşil hareketlerin bir bütün olarak iklim eylemini engellediğini kesinlikle söyleyemem. Aksine, iklim değişikliği ve harekete geçme ihtiyacı konusunda kamuoyunu bilinçlendirmekte kesinlikle hayati bir rol oynadılar. Ancak, bazı Yeşil hareketlerin belirli yönleriyle ilgili sorunlar var. Annalena Baerbock ve bugünkü Alman Yeşilleri olmasa da bazı geleneksel Yeşiller, iklim değişikliği konusunda eyleme geçme mücadelesini kapitalizmi ortadan kaldırma arzusuyla birleştiriyorlar. Esasen iklim sorununu üstlenenler, eski Ortodoks Marksist sol görüşlüler. Bugün kapitalizm iklim değişikliğinin meydan okumasını karşılayacak kadar hızlı dönüşemiyor olabilir. Ancak durum buysa, savaş zaten kaybedilmiş demektir. Çünkü kapitalizmi ortadan kaldırmakla iklim değişikliğini hemen durdurmak  mümkün olmayacak. Radikal, sosyalist devrimci bir gündemin yeteri kadar hızlı bir şekilde başarılı olacağına dair hiçbir kanıt yok. Mevcut sistemimizi harabeye çevirdiğimizde bunun yerine harika, yeni, ilerici bir ütopya geleceği fikri bir fantezidir. Çok daha muhtemel olan, iklim değişikliği o kadar kötü bir hale gelecek ki, devletler her şeyi kolektif hale getirecekler.  Lakin, bunun sosyalist olduğu kadar faşist bir kolektifleşme olması da muhtemel; insan hakları ve çoğulculuk böyle bir gündemin bir parçası olmayacaktır. 

Kitabım Yeşil Yeni Mutabakat fikrine adanmıştır. Amaç kapitalizmi yine kapitalizmden kurtarmaktır; çünkü kapitalizm bunu kendi kendine gerçekleştiremez. Kendi haline bırakılırsa reform yapmayacaktır. Bu hiç olmadı. Bunun için siyasi güçlerin liderliğine ihtiyacı var. 

“Kendi haline bırakılırsa, Kapitalizm reform yapmaz. Bu hiç mümkün olmadı.” 

Batılı seçkinleri iklim değişikliğiyle mücadeleye dahil etmenin zorluğundan bahsettiniz. Peki Rusya ve Suudi Arabistan gibi fosil yakıt üreten ülkelerdeki elit kesimler bu mücadelenin neresinde? 

Dürüst olmak gerekirse, Suudi Arabistan ümitsiz vaka. Denemeye bile değmez. Rusya için ise göç hareketleri önemli bir tartışma konusu. Birkaç yıl önce, bir Sibirya eyaletinin vali yardımcısıyla görüşmekteydim. İklim değişikliğinin Sibirya için iyi olacağını iddia ediyordu; bu sayede portakal ve çeşitli tahıllar yetiştirebileceklerdi. Ona “Peki çölleşme Orta Asya’yı ele geçirmiş ve Orta Doğu’yu da cehenneme çevirmişken, yetiştirdiğiniz bu mahsulleri güney ülkelerden gelen on milyonlarca iklim mültecisi ile paylaşacağınızın farkında mısınız?” diye sordum. Ağzı açık kaldı. Sonunda bana dönüp, “Bunu hiç düşünmemiştim.” dedi. 

Rusya, kara sınırları olan büyük bir Avrasya devleti; güneyindeki ülkelerin çöküşünün etkilerinden kendini soyutlayamayacak. Sibirya’daki çok büyük orman yangınları ve sıcak hava dalgaları gibi başka faktörler de söz konusu. Tarımın güneyden kuzeye geçişi de sorunsuz bir süreç olmayacak. Kuzeydeki tarım aktiviteleri yeterli seviyeye ulaşmadan çok daha önce güneydeki tarımın çökmesi bariz bir olasılık. Ve şüphesiz ki, tahıl ve portakal tarlalarına yer açmak için Sibirya ormanlarını yok ettiğinizde bu başka bir geri besleme döngüsü oluşturacaksınız ve daha önce bahsettiğimiz 5-6 derecelik ısınma riski yaratacaksınız. 

En başından beri iklim değişikliğinin karşılaştığımız ana güvenlik sorunu olduğunu ve diğer jeopolitik farklılıkların bir kenara bırakılması gerektiğini savundunuz. Fakat bu ifade tam olarak ne anlama geliyor? İklim değişikliği jeopolitikanın yerini almaktansa, onunla kesişip meseleyi daha karmaşık bir hale getirmiyor mu? 

Karmaşık hale getirdiği doğru. Ancak mevcut dünya düzenini bozmadan uluslararası gerginliklerin azaltılabileceği de bir gerçek. İklim değişikliğini sınırlandırmak için yeterince hızlı eyleme geçilmezse, dünyanın bildiğimiz halinden eser kalmayacak. Öncelik bu olmalı. İklim değişikliği kontrolümüzden çıkarsa, bundan 100 yıl sonra Avrupa’da veya başka bir yerde liberal demokrasi diye bir şey kalmayacak. Dünyanın geri kalanına insan hakları ve demokrasi konusunda attığımız nutuklar anlamını yitirecek. 

Bu mantıktan devam ederseniz amaçların araçları haklı çıkardığı tehlikeli bir noktaya hızla gelirsiniz ve iklimi kurtarma adına liberal demokrasi ve insan haklarını feda etmiş olursunuz. 

Hayır, kesinlikle öyle değil. Aksine, benim argümanım da bir bakıma tıpkı Roosevelt’in orijinal Yeni Mutabakat’ının 1930’larda Amerika Birleşik Devletleri’nde yaptığı gibi Batı’da liberal demokrasiyi korumak için ne yapmamız gerektiğiyle ilgili. Batı olarak birden fazla sorumluluğumuz var; ancak kendi toplumlarımız ve hükümetlerimize karşı sorumluluklarımız her şeyden önce gelir. Bir Alman vatandaşı olarak, Almanya’nın karbon emisyonlarını azaltmakla ilgili bir sorumluluğunuz var. Aynı şekilde, Almanya’da liberal demokrasiyi korumaya dair de bir sorumluluğunuz var. Ancak Çin, Rusya veya başka herhangi bir ülkede olanlarla ilgili aynı sorumluluğa sahip değiliz. Kimse bize böyle bir sorumluluk vermedi. Örneğin, doğrudan müdahale yolunu denediğimizde acınası bir şekilde başarısız olduk. Libya’ya bakalım: İnsan hakları adına yapılan bir müdahale sonu gelmeyen bir iç savaşa, İslamcı aşırılıkçılığın yayılmasına ve Batı Afrika’nın büyük bir bölümünde Avrupa’nın istikrarı için tehlikeli sonuçlar doğuracak devlet çöküşlerine yol açtı. 

Yeşil Yeni Mutabakat için argümanım Batı’da demokrasiyi savunmakla ilgili. Diğer toplumlarla ilgili olarak önceliklerimizi ayarlamalıyız. Sincan’da yaşananlar berbat. Ancak Çin, bir devlet olarak gelecekte iklim değişikliği nedeniyle çökerse, daha çok 1911’den 1930’lara kadar yaşanan savaş ağaları dönemine benzer bir yapılanma görebilirsiniz. Böyle bir durumda, Çin devleti tarafından değil ama, bitmek bilmeyen yerel tiranlıklar ve eşkıya çetelerinden kaynaklanan dehşet verici eziyetlerden ve korkunç insan hakları ihlallerinden bahsediyor olursunuz. Mevcut Çin veya Rus hükümetlerini desteklemiyorum; ancak değişim, içeriden gelmesi gereken bir şeydir. 

“İklim değişikliği kontrolümüzden çıkarsa, Avrupa’da ya da başka bir yerde liberal demokrasi diye bir şey de kalmayacak.” 

Ama, iklim değişikliği konusunda harekete geçebilir ve devletin çöküşüne ve büyük acılara yol açan bir iklim başarısızlığı rotasına sokmadan, Çin’e Sincan konusunda baskı yapabilirsiniz.  Biri veya diğeri olmak zorunda değil.. 

Korkarım ki bir bakıma böyle olmak zorunda. Sincan üzerinden Çin’e baskı uygulamak, ABD’nin Çin’e karşı ittifaklar kurarak tek kutuplu küresel hegemonyasını sürdürme konusundaki geniş stratejisiyle uyum içinde. ABD’nin Çin’de “demokrasi” adına verdiği destek, çoğu Çinli tarafından -kısmen doğru bir şekilde- sıradan vatandaşlara maliyeti ne olursa olsun Çin’i bir rakip olarak saf dışı bırakma stratejisinin bir parçası olarak görülüyor. 

Batı ile Çin arasında düşmanlık ateşini körüklemek, doğal olarak iklim değişikliği konusunda işbirliğini de çok daha zora sokuyor. Bu durum hem Çinlileri hem de Amerikalıları ve müttefiklerini, alternatif enerji kaynakları ve enerji tasarrufu önlemleri geliştirmek için kullanmaları gereken maddi kaynakları silahlara harcamaya teşvik ediyor. Avustralya’nın nükleer denizaltı anlaşmasına bakın. Bundan yüz yıl sonra, Avustralya tarımı ve ekonomisi, Avustralya kömürünün de kısmen neden olduğu iklim değişikliği yüzünden çökerse gelecekte Avustralyalılar, [denizaltı alımına harcanan] paranın iyi bir şekilde harcandığını düşünecekler mi? 

Mevcut askeri tutumların çoğu önemsiz mevzular. Bundan yüz yıl sonra, Güney Çin Denizi’nde Çin işgali altındaki resif ve kumsallar sular altında kalacak. Bu delilik. Çin ordusu, uzun vadede fiziksel geleceği olmayan topraklarda üsler inşa ediyor. 

Askeri harcamaların yeniden düzenlenmesini savunur musunuz? 

Kesinlikle. Bu biraz da parayla ve onu nasıl harcadığımızla ilgili. Amerika’nın yıllık askeri bütçesi, büyük olasılıkla Biden yönetimine iklim değişikliğiyle mücadeleye harcaması için Kongre tarafından verilecek miktardan yaklaşık 10 kat daha fazla. Kaynakların yanlış uygulanması söz konusu. Ortalama bir Amerikalı, askeri harcamalar için yılda 2000 dolar vergi ödüyor. Bunun çoğu Amerikan vatandaşlarının güvenliğiyle alakasız; ve düpedüz israf edilen ya da çalınan büyük miktarlar var. 

Sivil savunma ve hatta iklim değişikliğini azaltma veuyum çalışmaları için altyapı, savunma öncelikleri adına çok daha merkezi hale mi gelmeli? 

2021’deki sıcak hava dalgaları, orman yangınları ve sellerin gösterdiği üzere iklim değişikliğinin bazı çok kötü sonuçlarını önlemek için artık çok geç. Artık görevimiz, kötünün felakete dönüşmesinin önüne geçmek. İlk olarak bu, sera gazı emisyonlarımızı hızla azaltmak anlamına geliyor. Ancak şüphesiz, birçok ülke selden korunma sistemlerini ve orman yangınlarına karşı önlemlerini güçlendirmek zorunda kalacak. Ordu zaten afet yardım operasyonlarına yoğun bir şekilde dahil edildi; afet önleme çalışmalarına daha fazla katılımı da iyi bir fikir olabilir. Selden korunma sistemlerinin oluşturulması, US Army Corps of Engineers’in (ABD Ordusu Mühendisler Birliği’nin) her zaman önemli bir rolü olmuştur. 

Gelecekte bunun jeomühendislik alanındaki çabaları da içermesinin gerekli olup olmadığını söylemek şu anda mümkün değil. Bariz riskler göz önüne alındığında, umarım buna gerek kalmaz. Bununla birlikte, karbon emisyonlarını zamanında ortadan kaldırma çabalarımız başarısız olursa – ve trajik bir şekilde, bunun gerçek olacağına dair çok fazla gösterge var – son çare olarak Kuzey Kutbu’nda jeomühendislik çalışmaları fikrine açık olmalıyız. Büyük güçler arasındaki uluslararası işbirliği biraz da bu yüzden önemli. Jeomühendislik çalışmaları her zaman riskli olacaktır; fakat rekabetçi ve rakip jeomühendislik de felaketi beraberinde getirebilir. 

Çeviren: Eren Yılmaz